23 Mayıs 2019 Perşembe

10 Eylül 2016 Cumartesi

Türkçecilik (Türk Derneği 1911)

Tasfıye-i lisan. Lisanın tasfiyesi... Tasfiye ne demek? Teşrifata boğulmayalım, gösterişçilik, satışçılık yapmayalım.. En az anlayanımız da anlıyoruz ki ortada bir şey var: Lisanımız tasfiye olunacak, ayıklanacak, durultulacak... Ya Türkçe karışmış mı? Bulanmış mı? Bizim gibi kaba Türk kalanlara ve kaba Türkçe söyleyenlere göre pek değil... Fakat Türklükten silkinerek yazı yazanlar arasındaki Türkçe hemen hemen Türkçelikten çıkmış. Başka bir şey olmuş, daha doğrusu başka bir şey de olmamış. “Numude-i cevher-i taliban-ı çarsu-yı maarif eden güher-füruş-ı kempaye…” gibi sözden ziyade hışırtıya benzeyen yığın yığın şeyler Türkçe değildir. Türkçeden başka bir şey de değildir. Ama bunlar üç yüz senelik yazılar!.. İyi ama biz dünkü bugünkü yazıları da görüyoruz. Âlemin gözünü boyamak, kendilerini âlemin üstünde göstermek için Türklüğü ve Türkçeyi hor görerek yazı yazanları… 

Meslek hâlâ o mesleğe ağmakta. O meslek nedir? En bayağı bir şeyi kibar ve anlaşılmaz kelimelere bürüyüp süslemek mesleği… Yüz bulsalar mesela pazardan pırasa aldıklarını "Çend kıyye pürhassa iştirası içün pazar-ı niam medara azimet ettim" suretinde anlatarak atıp satıyorlar. 

İnkara mahal var mı? Dilimiz karışmış, arapsaçı olmuş. Bulanmış dibi görünmüyor. Kabacası ekini (Türkçe’yi) bayağı otlar boğmuş. Bu otlar velev ki gül (Arapça) olsun sümbül (Farsça) olsun, ekin için yabani ottur. Aklı olan çiftçi tarlasında böyle şeylere yer vermez. 

Bir mefhumu anlatacağımız vakit ne yaparız? Lisanda ona mahsus hazır bir söz var ise onu kullanırız. Yok ise buna bir çare bulmaya çalışırız. Mesela deniz bir şeydir, bir mefhumdur. "Deniz" de bunu anlatmak için hazırlanmış bir sözdür. 

İhtiyaç olunca bu sözü kullanırız. İşimiz biter. Ama anlatacağımız şey için hazır söz yok ise... Hani ya dedelerimiz olan ilk Türkler, Müslümanlığı kabul ile medeniyet ve ilim âlemine girdiklerinde böyle olmamış mı? Mesela "abdest", "namaz", "zekât", "hac" "tevhid", "iman" denilen şeyler eskiden yok idi. Bundan dolayı bunların ismi ve lügati de yok idi. Pek haklı bir iş olarak bunları almışlar. Bu kadarla kalmış mı? Kalamazdı ki. Böylece Türkçede bulunmayan şeyleri gördükçe, öğrendikçe bunların lügatlerini, tabirlerini almak yoluna dökülüp "kalem" demişler almışlar, "kâğıt" demişler almışlar, "kitap" demişler almışlar... Almışlar, almışlar, almışlar... Böylece "câmi", "minare", "imam", "iktida", "mektep", "ders", "kâtip", "mektup" gibi sözler lisanımıza girmiş, lisanımız bu cihetçe de servetlenmeye başlamış. 

İhtiyaç oldukça söz almak işi sonraları yolundan çıkmış. Acıktıkça yemek lazım gelirken zevk için yemek yenmiş, ihtiyaç yok iken de söz alınmış. İhtiyaçtan fazla da söz almışlar. Lisanda "deniz" sözü var iken "bahr" demeye, "derya" demeye hâcet yok idi. Bunları almışlar. Zaman geçtikçe daha azıtılıp bu aktarma işi ilerledikçe ilerlemiş, lisan dolmuş dolmuş. Asıl Türkçe sözler altlarda kalıp ezilmiş, boğulmuş. 

Ey ne yapacağız? Ne yapalım, lisanımıza hacet yok iken giren sözleri yavaş yavaş seçip çıkaracağız. Ama bunu böyle telakki etmeyenler var. Onları söyletirsek dünyanın şarlatanlıklarını başımıza dökerler. Aman yarabbi! Bizi ayıp bir şey yapıyoruz gibi utandırırlar. Diyanetçe kusur ediyormuşuz gibi sıkarlar. Fakat onlar ne derse desin, biz şu aklımızla anlıyoruz ki fena bir şey yapmıyoruz. Biz Türk'üz, dilimiz Türkçedir. Türklüğümüze sadık kalmakla Türkçemizi kendisine sarılan sarmaşıklardan kurtarmaya gayret etmekle günaha girmeyiz. Buna mani olmak isteyenler mani olamayacaklar. Fazla ne var ise fazladır. Fazlayı atarız. Ne kadar sade bir iş! 

Fazla sözleri atmak düstur olunca o sözlerle yapılan süslü yığınları yapmaya hiç mahal kalmaz. O gibi telli pullu zilli çıngıraklı oyuncakları "simsarân-ı tuhaf ve tefârîk-i maarif- i gûna gûn" olan imtiyazlı hünerveran kişilere terk ederiz. Bunlarla istedikleri kadar yığınlar yapsınlar! 

Lisandan fazla şeyleri atınca ifade ve istifade âleminde dehşetli bir darlık, bir tırıllık hâsıl olmaz mı? Ay efendim, biz gereksiz ve fazla şeyleri atacağız. Lazım şeyleri saklayacağız. Mesela "satın almak" yerinde sırasına göre "iştira etmek" diyebileceğiz. Fakat sadece "almak" yerinde "ahz etmek" demeyeceğiz. “İlim meselelerine derinlemesine dalmak” diyecek yerde belki "tebahhur" ve bunun sıfatında icabında "mubtehir" diyebileceğiz. Fakat "deniz" yerinde hiç lüzum yok iken "bahr" ve "derya" demeyeceğiz. 

Şiirimiz, nazmımız ne olacak? Bizim şiirimiz olmayacak mı? Eğer şiirimiz yalnız böyle sözlerin hiç lazım değil iken bol bol söylenmesi ile olacaksa öyle şiir olmasa da olur. Bizim aklımıza göre, şiirde şiiriyet söz keyfiyeti ve libasdan ziyade manâda ve ruhdadır. 

İşi bu kadar anlattıktan sonra vesveselere düşüp Türkçe'yi 600 veya 1000 sene evvelki haline mi döndüreceğiz? Bugünkü lisanı bırakarak Uygurcaya mı döneceğiz? "Ateş"i unutarak "od" mu diyeceğiz? demeye mahal kalmaz. Hele geçenlerde Tanin gazetesinde sıra sıra okuduğumuz, okuyup da anlayamadığımız Türkistan mektuplarını (Buhara, Ufa) hatırlatan sözlerimiz, o diken gibi yazılara mı benzeyecek? diye korkmaya zaten mahal yoktur. Şu var ki lisanımızın 600 veya 1000 sene evvelki hayatında gömülmüş, unutulmuş bir güzelliği bir iyiliği görülürse onlar ortaya çıkarılıp canlandırılacaktır. Bugün dünyanın her tarafına Asya içlerine yayılmış Türk kardeşlerimizle yavaş yavaş dilleşilip dertlenebilecektir. Kim bilir, kara topraktan ne çiçekler belirip çıkacak? Kim bilir, bugünkü çalılardan, dikenlerden ne güller sürüp açacak. 

Türk Derneği Dergisi - 1911 / Ispartalı Hakkı

22 Haziran 2015 Pazartesi

Yakutistan'da 12.450 Yıllık Bir Yavru Kurt Mumyası Bulundu


Türkistan coğrafyasının en kuzeydoğu ucunda bulunan Saha/ Yakut Cumhuriyeti'nde 12.450 yıl öncesine ait donmuş bir yavru kurt mumyası bulundu. 3 aylık bir dişi kurda ait olduğu anlaşılan kurt mumyası Ust-Yana bölgede bulunan Syallakh Nehri çevresindeki Tumat köyünden ele geçti. Mumyayı, buz dolgular içinde Yury ve Igor Gorokhov kardeşler keşfettiler. Mumyanın araştırılması için Almanya, Belçika, Kanada ve Rusya'dan dünyanın en ünlü Paleozoologları bir araya geldiler. Belçika Doğa Bilimleri Kraliyet Enstitüsü'nden Dr. Mietje Germonpre, mumya üzerinde incelemelerde bulunarak ilk görüşlerini şöyle ifade etti. Bu kurt mumyası, dünyada eşi bulunmayan çok mükemmel bir buluntudur. Dünyanın farklı müzelerinde çok daha eski kurt-köpek fosilleri var, fakat hiç biri bu örnek kadar iyi korunmuş değiller, üstelik o fosillerin hepsi erişkin hayvanlara ait örnekler, bu örnek ise bir yavruya ait. Yakut kurdu ciğerleri, midesi ve bağırsakları ile çok iyi bir şekilde korunmuş durumdadır. Mumya üzerinde yapılacak daha ayrıntılı araştırmalar ile bu örneğin ne derece vahşi bir kurt olduğu ve köpek olarak ne derece evcilleştirilme izleri taşıdığı daha iyi anlaşılacaktır. 

Arkeolog Sergen Çirkin

Kaynak: 
The Siberian Times
A publication of the Archaeological Institute of America






14 Temmuz 2014 Pazartesi

Uralic & Altaic Language and Archaeology

There are at least two issues raised by this wide-ranging paper that seem to invite comment. The first concerns what I take to be critical hyperbole regarding the identification of either the steppe cultures or the Bactrian Margiana complex with Indo-Iranian. While we may agree that there is no one-to-one relationship between material remains and language, there are still degrees of geo-linguistic plausibility. For example, that Altaic, Ugric (I think Lamberg-Karlovsky must mean Finno- Ugric here), and Elamo-Dravidian have equal claims on the areas involved with Indo-Iranian is not impossible but surely not very probable. From the earliest written testimony of the 1st millennium b.c. it appears that almost the entire region discussed was occupied, according to tribal and personal names and the occasional item of vocabulary, by the eastern branch of Iranian We can chart the later evidence for Turkish (Altaic) presence in this area, so it is at least very unlikely that Andronovo was Altaic. I know of no one who assigns the Finno-Ugric languages to the steppe lands (the reconstructed vocabulary of all the branches is adamantly arboreal and reflects largely a hunting-gathering- fishing economy, with later Indo-Iranian loanwords providing our earliest evidence of stock breeding and agriculture [see Napolskikh 1997]. That the Bactrian Margiana complex was Elamo-Dravidian is possible (see below), but making the steppe cultures Elamo-Dravidian (up to the end of Andronovo at ca. 900 b.c.?) would require an archaeological performance of Von Da¨niken like proportions to get the Indo-Iranians from wherever one wants to stash them for several millennia to their historical locations. The same goes for making the Andronovans a language family that became extinct before we have any written evidence. The only way out of this corner is either to accept Renfrew’s (1987:189–97) “Plan A,” which sees linguistic continuity in India and Iran from the spread of the Neolithic (a position that he himself has rightly abandoned [e.g., Renfrew 1999:280–81], or to assume that the Indo-European homeland itself was in South (Misra 1992) or Central Asia (Nichols 1997), models which throw up other problems so enormous that they make the Indo-Iranian issue look like child’s play. Andronovo and the Bactrian Margiana complex really do appear to be the only game(s) in town, and Lamberg-Karlovsky has indicated why they appear to be mutually exclusive solutions, neither capable of resolving the problem by itself. There is no single culture (using the word in the widest—even most unjustified—sense) that can link the Indus, Iran, Central Asia, and the steppe lands together. As Lamberg-Karlovsky indicates, a solution that rests on some “form of symbiosis” between the steppe tribes and the Bactrian Margiana complex remains “utterly elusive.” For some time I have tried to inch forward on this front because I too have felt the inadequacy of employing the spread of material culture as proxy evidence for linguistic movement. The problem here is not just the longrehearsed criticism against assuming that potsppeople/ language but that there are clear instances, the Indo-Iranians being a case in point, in which there is no hint of the distribution of any archaeological assemblage that might correlate with the distribution of the target language group. The situation is so dire that we can’t even make the type of mistake Lamberg-Karlovsky warns us about! Working from first principles, it has seemed to me that archaeologists engaged in tracing linguistic entities need to concentrate on the archaeological manifestation of language shift, and this may be independent of the trajectories of material culture (Mallory 1992, 1998b). Language shift may occur in some obvious instances of subsistence differences, for example, the Neolithic models posed by Renfrew (1987) and Bellwood (2000), but in many instances I suspect that we are dealing with language shift due to social differences that are not obvious in the archaeological record. Impressed by Ronald Atkinson’s (1994) treatment of the spread of the Acholi in Uganda, I think that we should be looking for evidence for competing social organizations and attempting to predict which would most likely bring about linguistic shift and expansion. Lamberg- Karlovsky (1994) has already reviewed the ethnohistorical evidence for suggesting that the Bactrian Margiana complex might have been organized as a khanate. The four-tiered political system evident in Central Asia in historical times bears a close resemblance to the fourtiered political structure reconstructed for Proto-Indo- Iranian by Emile Benveniste (1973). What is of considerable interest is the highest tier, the one which would incorporate the greatest number of people—the ∗da´syu (Old Indic dasyu, Avestan dahyu). In a recent study Lubotsky (n.d.), this term has been regarded as a non-Indo- European substrate term that was borrowed into Proto- Indo-Iranian along with a series of other words associated with religion (words for “priest,” “magic,” deities, and even “soma”). Lubotsky has suggested that these words may have had a Central Asian source, and it seems to me that the Bactrian Margiana complex, with its elaborate (to a steppe pastoralist) ritual architecture, would make a plausible candidate (and if Elamo-Dravidian, we might at least hope for some lexical correlations between the putative loanwords and their proposed sources; otherwise, these people may have spoken a language that has not survived).My current model, admittedly no more supported by archaeological evidence than the previous discussion alluded to by Lamberg–Karlovsky, is to assign some form of Indo-Iranian identity to the Andronovo but see their expansion southward in terms of their adoption of both political and religious concepts (including material manifestations of these concepts) from the Bactrian Margiana complex. The spread of Indo-Iranian languages then would be through the vector of the Andronovo culture on the steppe but by way of the Bactrian Margiana complex to its south. Steppe tribes that came into contact with the Bactrian Margiana complex would be required to retain their language (Indo-Iranian) but would gain a more incorporative social organization from their neighbours as well as a series of religious concepts and practices, perhaps in the same way that the Acholi of Uganda retained their Luo language but gained from their Bantu neighbours the more incorporative chiefdom system which permitted them to carry both their new social organization and their own language to the north (Atkinson 1994). Both the social and the religious organization (see Erdosy 1995) of Bactrian Margiana–complexinspired Indo-Iranians would then become the vector for language spread southward. Obviously, all of this would require far more intimate relationships between the Andronovo and the Bactrian Margiana complex than the existing distribution of “mutually exclusive” material culture would permit, and what is clearly at stake, as I suspect Lamberg-Karlovsky would agree, is our confidence in our ability to read the record of social processes from the archaeological record.
J.P. Mallory School of Archaeology and Palaeoecology, Queen’s University, Belfast, Northern Ireland

9 Mart 2014 Pazar

Atatürk ve Türk Ocakları

Atatürk ve Türk Ocakları

Sergen Çirkin 

Türk Ocakları, Genç Türkiye Cumhuriyetinin unutulmuş kurucularıdır. Ankara Türk Ocağı, ilk Cumhuriyet Balosunun düzenlendiği yer; Kastamonu Türk Ocağı, Atatürk'ün Şapka İnkılabını açıkladığı yerdir. Anadolu'nun her yerinde 267 şube ile hizmet veren Türk Ocakları açtığı okullar ile Harf Devriminin ilk uygulayıcısı ve Atatürk'ün başöğretmenlik yaptığı yer olmuştur. Türk Tarih Kurumu, Tarih Tetkik Heyeti adıyla ilk olarak Türk Ocakları bünyesinde kurulmuş ve daha sonra büyük bir Cumhuriyet kurumu haline gelmiştir.
Atatürk Ankara Türk Ocağında/1930

Atatürk'ün Dil ve Tarih toplantılarını yaptığı tarihi Çankaya Köşkü

                                                                                          


19 Ekim 2012 Cuma

Birinci Türk Dil Kurultayı pdf
http://www.tdkkitaplik.org.tr/kurultaylar.asp?kurultay=01

Türk dil kurultayları, Türk dil kurumu ve Atatürk, Türk dil kurumu zabıtları tutanakları, Güneş dil teorisi pdf olarak ulaşılabilir...